
Ophelia’nın Öpücüğü
Saray yavrusu, kara meşe ağacından yapılma tahta duvarlarıyla bana, zihnime sınır çizmiş malikânemde, kendimle baş başa kalmış durumda, bu acı dolu günlüğü yazıyorum. Bu yazı benim ölümümü, daha da öte ruhumun ölümünü anlatıyor. Ailemden kalan servetimle yaşamımı sürdürüyorum. Yaşam da denmez…
Gençliğimde parayı harcıyor, en güzel şaraplarla zihnimi bulandırıyordum. Şimdi daha da acı olan şu ki, zihnimin bulanması için pahalı şaraplara ihtiyacım yok, zamanın sizi yenmesi yeterli; karşı koyulamaz, dünyanın en güçlü krallarının, aristokratlarının bile karşı koyamadığı, ona eninde sonunda yenildiği, günden güne bozulmanın an ve an yaşandığı zaman…
Ben zamana yenildim ve varoluşun aslından kopuk bir hayat yaşadım. Eskiden beyaz şarapla anı durdururken şimdi beyaz haplarla andan tamamıyla kopuyorum. Aldığım ilaçlar kanımı zehirlerken yalandan olan yaşamımı imgesel hayali bir gerçekliğe oturtuyor.
Uykunun her daim gözlerimde olması, boynumun sürekli uykudan kırılması, yaşamı ciddiye almadığım için yaşam tarafından bana verilen bir ceza -boynumu eğerek kendi üzerimdeki, bedenim üzerindeki kontrolümün artık bende olmadığını kanıksatıyor. Bunu da zamanın yargılayıcı doğası ile yapıyor, karşı koyulamaz zamanın.
İşte bu acı dolu cümlelerle bu günlüğü yazarken boynumu yine eğip zoraki kulluğumu yapıyorum, hayata karşı, zamana karşı.
Hayatı ciddiye almadığım için cezamı çektiğimi biliyorum. Ama yine de hayatı seviyorum. Yani hayatta olmayı seviyorum. Ölümün, milyon kişi de olsa yalnız kullara uğradığı duraklardan biri olmak istemiyorum. Ben ölmek istemiyorum. Ölümden sonraki belirsizliği düşünebilecek, risk alabilecek biri değilim. Ölüm döşeğinde kaçınılmaz, kaçınılmaz sonu bekleyecek kadar insani değildim, olmak da istemiyordum.
Ben ölümü yaşayabilecek kadar hayatı kucaklayamadım, o kadar cesur değilim, değildim ve hâlâ da değilim. Hayatı o kadar yaşamadım ki, daha doğrusu hayatı yaşamaktan o kadar korkuyordum ki, bu malikânin tahta duvarları arasında kalıp dışarı çıkmıyordum.
Dışarıda yaşam var, dışarıda insanlar var -yaşamı bilen ve gerçekten yaşayabilen, bu cesareti gösterebilen. Dışarıda hayvanlar var, içgüdüsel de olsa yaşamı yaşayan.
Şimdi ise, her gün yaptığım gibi masama oturup gaz lambasının titrek alevi altında günlüğümü, kendime olan korkaklığımı yazıyorum, ruhum gibi. Hayattan o kadar korkuyordum ki, ölümden de korkuyordum, gerçek hayatı artık bilircesine. Kara Melek’in uğradığı yalnız, zavallı bir kul olursam hayatın, ta gerçekliğin içinde var olup geri dönülmez bir halde, kıvranışı yaşayacağım, herkesin unuttuğu biçimde.
Bu korkaklığımın yansıması olan bir aşk yaşıyorum. Çok güçlü bir aşk. O kadar güçlü ki, korkmama rağmen ölümü anımsatan, yaklaştıran bir aşk. Ona olan aşkım bu sessiz ve hayattan kopuk koca malikâneme hayat getiriyordu -bu hayat aşkımızın sesiyle yankı buluyordu. Renksiz, solgun, cansız ve sessiz bir ruhun kanını kaynatıp canlandırıyordu.
Kıpkırmızı dudaklarıyla, zavallı insani dudaklarım buluştuğunda hayatın sesi göğsümden evin duvarlarına, aşağı katlara yankılanıyordu, belli bir ritimde ama hızlıca.
Dudakları gibi olmayan solgun teni, dışarının bir hatırlatıcısıydı bana. Kendi hayatımın, ruhumun renksizliğini, kaderdeki yersizliğimi anımsatıyordu. Ama… Yine de… Çok güzel o. O kadar güzel ki, hayatımın bana tekrar tekrar ayna gibi gösterilmesine rağmen beni kendisine çekiyordu.
Solgun teninde parlayan, hayat bulan siyah saçları, onu Kara Melek’in temsilcisi gibi gösteriyordu, ölümü hatırlatan. Ama yine de seviyordum onu. Ona olan sevgim o kadar büyük ki, ölümün dibimde bitmesine pek aldırış etmiyordum.
Onun çıplak bedeniyle bütünleşmek bana hayatsızlığımın acısını unutturuyordu. Tutkulu, şehvetli anlar yaşıyor, hayatı unutup ölümle dans ediyordum, tehlikeli bir şekilde.
Onunla aynı saatleri yaşamak benim için lütuf gibiydi, aslında yalan olan, dolan. Onun haz dolu acılı bağırışları, gitgide yükselen bir kreşendo gibiydi. Yavaş ve sessiz başlayan orkestra gitgide ölümün iyice yaklaştığını anımsatırcasına yükseliyor, hareketleniyordu, heyecanlı bir şekilde.
İkimizin de asla durmak istemeyeceği bu konserin sonunda tohumlarımı içine bıraktığımda, işte o zaman ölümün vücut bulmuş halini dudaklarımda, boynumda hissediyordum. Tohumlarım hayat bulmayacaktı, bulamazdı.
İşte onu bu yüzden seviyorum. Hayatsızlığın başka bir formunu yaşayan başka bir varlık. Onun hayatı yoktu. Ama onun ölümü meleğiyle işi de yoktu. O ölümsüzdü. Onun ölümsüzlüğünü seviyordum. Onun ölümsüzlüğünü istiyordum. İşte ben bu kadar korkaktım, ölümden kaçmaktı aslında amacım bu aşkı yaşarken.
Evet, bu doğru, bunu günlüğüme yazıyorum, çünkü bu ölüm korkusunun nasıl bir boyutta olduğunu görmeliler dışardakiler. Bu, yapısallığıyla da coğrafi konumuyla da, benim gibi, hayattan kopuk bu malikâne araştırılırsa günlüğümün bulunmasını istiyorum. Ah, evet, günlüğümün bulunmasını istiyorum, çünkü var olmak istiyorum, yalan da olsa, zihinlerde, dillerde.
Arşa çıkan hazzın yaşandığı gecelerden sonra, gün ışığının gözüme girmesiyle, baygınlığım son buluyor. Tutkumun müthiş bir şekilde var olduğu, bedenimin tapınak misali olduğu anda, boyundan verdiğim öpücük sırasında benden aldığı kanın damarımdan çıkarken, o ruhumdan da parça alıyordu. Ruhum zaten değersizdi. Hayır, hayır! Ruhum pek âlâ değersizdi. Şaşırıyorum ki benden nasıl hâlâ bir şeyler alabiliyordu. Halbuki, ruhsal anlamda, sokaktaki sefil insanlar, servetimin gıdımı ile aylarca geçinebilecek olanlar, gibiydim, fakir. Onun benden beslenmesinin ötesinde yaşadığımız fantezileri düşününce, insan düşünüyor, eğer gerçek bir insansam hâlâ, fakir, beni nasıl sevebiliyordu? Bende ne buluyordu, bu çok muğlaktı. İçime şüphenin en güçlü formunu bitiren bu tohumları çıkarmam lazım, onu seviyorum, onu sevmem lazım, ona ihtiyacım var. Onun ölümsüzlüğüne ihtiyacım var. Hayır, onu seviyorum, diğer ihtimaller düşünülemez. Böyle olmalıydı. Yoksa kendimi mi kandırıyordum? Onu sevmiyor muyum? Sevmem lazım ama! Hayır, seviyorum! Yaşamam, var olmam, güçlü olmam için buna ihtiyacım var. Sevmeye ihtiyacım var.
Onun solgun tenini, canlı kanlı dudaklarını, siyah asil saçlarını seviyorum. Gözlerindeki tekinsiz şehveti ve tutkuyu seviyorum. Hayır! Seviyorum! Ona baktığımdaki davetkar kırmızı irisli gözlerini seviyorum! Ah! Ophelia’m! Seni seviyorum! Ah Ophelia’m! Yoksa? Yoksa sevmiyor muyum? Sen çok güzelsin Ophelia’m! Tabii ki seviyorum. Tanrıçalar sana boyun eğmeli, senin eşsizliğini tanımalı. Ben tanıyorum. Gerçi ben kimim ki? Ben aciz, basit hayatsızın tekiyim. İşte bu yüzden seni seviyorum Ophelia’m!
***
Günlüğümü yazmayı bitirmişken güçlü bir rüzgar odayı sesiyle doldurdu, soğukluğuyla. İçeri giren soğuk, malikânenin tatlı yalan sıcaklığına son verdi, gerçekliğiyle. Sanki gerçeklik içeri girmişti. Hayır, içeri giren kara uzun, kızıl yakutlardan gerdanlıktan süslemesi olan gümüşten çaprazlamasına -sağ omuzdan sol bacağa, sol omuzdan sağ bacağa- omuzlardan bacaklara doğru inen dikişli bir elbise giyen ilaheden başkası değildi.
Bu Ophelia’ydı, Ophelia’mdı. Davetkar, hoş, tutkuya hazır ama bir o kadar da tekinsiz, meşum bir bakışı vardı. Ağzının kıvrımları çok hafif yukarı yönelmişti, gülüyordu, tebessümü güçlüydü, tüm Tanrıçalara boyun eğdirmişçesine, hizmetkârını bekliyordu, beni.
Ona döndüm ve ellerimi iki yana sahte bir sevinçle açtığım anda dibimde belirip ellerini ellerimle buluşturdu, hızıyla.
“Ophelia’m hoş geldin.”. İlk konuşmayı yapmanın getirdiği bir pişmanlık yaşadım, sanki susmam gerekiyormuş da susamamışım gibi. Bu dürtüsel hareketimin kalbime korkunun somut formunu oturtmuş, boğazımın yanmasını sağlamış ve beni felce uğratmıştı. Ophelia “Sakin ol, sevgilim.” dese de onun varlığının bugünkü farklılığı sakinleşmemi engelliyordu.
Yaklaştı, dudaklarımı öptü. Tüm dominantlık ondaydı. Şu an hissettiklerim genel varoluşsuzluğumdan daha katıydı. Dehşete düşmüş gibiydim, donmuş. Öpücüğü iyi hissettirmedi. Sanki ölümün yaklaştığını, önden haber ediyordu. Ophelia şu an en ufak yanlış harekette saldıracak vahşi bir hayvan gibiydi. Güzelliğinin altında ilkel saldırgan dürtüler, pek âlâ, şu an onları hissediyordum.
Ophelia soyunmaya başladı, bana da işaret etti. Bunu istemiyordum. Nedense istemiyordum. Ophelia’yı seviyorum. Hayır! Şu an bundan emin değilim. Hayır! Bu eminsizliği Ophelia hissederse, vahşi hayvan gibi işte o zaman…
Soyundum ve yataktaki ölüme doğru gittim. Öpüşmeye başladık, sevişmemiz, orkestra, ilk notada başlamıştı, yine. Ama sanki enstrümanlardan birinin teli patlayacaktı ve müzik son bulacaktı, hazzın, tutkunun, hedonik de olsa hayatın.
Şu an ölümle dans ediyordum. Her zaman durum böyleydi ama bu sefer güç bende değildi. Güç her zaman bendeydi. Ophelia’yı seviyordum, ama hayatı daha çok seviyordum. Öyle ki, Ophelia ölüm ise, ben ölüme hizmet ediyordum.
Ama şimdi, ölüm, gerçekliği, hükmetme gücünün aslında her zaman kendisinde olduğunu, yüzüme çarpıyordu. Bunu, Ophelia üzerinden, ayna misali yansıtarak yapıyordu, Ophelia’nın öldürdüğü bedenimi, çürümüş bedenimi göstererek.
Hayır! Ophelia’yı sevmiyordum. Ben hayatı seviyordum. Ophelia ise hayattı, sonsuz hayattı. Hayır! Ophelia şu an ölümdü, yakın ölümdü. Kara Melek’in şu anda bizi izlediğine eminim. Dansın bitmesini yahut yanlış bir adımın atılmasını bekliyordu. Fark etmedi. Sonunda ölecektim. O zaman ölümü öldürmeliyim. Evet! Evet! Ölümü öldürmeliyim.
***
Korku o kadar güçlüydü ki içimdeki, deliliğin sınırlarına gelmiştim. En başından beri ölümü evine alan bendim. Hayır! Hayatı, yaşamayı seviyorum. Ölümden korkuyorum ben! Ölmek bana göre değil! Ölüm benim için bir son olmamalı. Benim için ölüm olmamalı. Ölümden o kadar korkuyorum ki onun belirsizliğini yok etmek için ölümü evime alıyordum. Ona hükmediyordum, bir yanılsama içinde. Sadece bir aptaldım. Ölüm bir gerçek, her canlı için geçerli olan bir realite. Hayır! Benim için değil!
Kreşendoya geçmiştik, yükseliyordu gitgide, sonun arşta olduğunu ima edercesine. Hızlandım, daha sert oldum ve kreşendonun sesinin Ophelia’dan yükselişini dinledim. Ophelia acı ve hazzın karışımını tüm malikâneye yankılıyordu.
Bir an gözlerine baktım ve hırçın vahşi ilkel hayvanı göz bebeklerinde gördüm. Dehşete düşmüştüm. Dehşetin yaşattığı şok andan kopardı beni. Orkestrayı yönetemiyordum, kurtulmak istiyordum.
Ölmek istemiyordum. Ölümü öldürmem gerekiyordu ama bunu yapamazdım. Ophelia’nın en ufak şüphesi ölümü şimdiki ana davet eder. Davete ise dışarıdaki Kara Melek anında icabet eder.
Hiçbir şey yapamazdım. Çaresizdim. Şimdiki zamana kadar fantezisini yaşadığım gücün elimden gitmesi beni değersizliğin ve yetersizliğin, daha da derinlemesine, çukuruna düşürdü. Hayatsızlığımın yükü, acısı…
Şimdi de kaçtığım ölümle sevişiyordum ve ölüm o kadar güçlüydü ki ondan kopamıyordum, beni kendisine bağlamıştı, ruhumu, bedenimi. Kreşendo gittikçe yükseliyordu. Hayat gittikçe yaklaşıyordu, gerçek olan. Kreşendo dorukta ve orkestra -son nota. Ve voilà!
O sırada harekete geçip sobadaki, köz odunlardan, elimi yakan ateşle buluşturan, birini alıp arkamı döndüğümde Ophelia’nın yüzü dibimdeydi. Dudaklarını boynuma değdirip öpmeye başladı. Ölümün yakınlığına dehşete düşecek zaman bulamadan kanımın çekildiğini hissettim. Donmuş, kaskatı kesilmiş bir halde ölümü besliyordum.
Ah! Ophelia! Son damlasıyla ruhumu Kara Melek’e teslim etmeden önce Ophelia’nın bakışlarına kesildim. Umutsuzluğu, hayatı, ölümü teslim ederek işinin bittiğini söylüyordu. Ophelia…
Yazar: Caner Kösedağ
Orijinal olarak Sahir Dergi’de yayımlanmıştır.
Instagram: caner_kosedag
Bluesky: canerkosedag
Bir yanıt yazın