
Selamlar! Nasılsınız? Umarım iyi bir hafta geçirmişsinizdir! Bu yazımda yine düşüncelerimden bir kesit sunacağım sizlere. Bu düşüncelerin tetiklenmesi ve yazıya dökmemde rol oynayan başka bir yazı var.

Sevgili Yakınlık‘ın Berlin’e Mektup yazısındaki bu parçanın son cümlesi olan “Derinlik yerine okunabilirlik arzulanıyor.” beni etkiledi ve kendi düşüncelerimi açtı.
Kendi düşüncelerimi açtı ne demek?
Bir süredir yazmak, üretmek istiyordum ama aklıma fikir gelmiyordu. Aslında çok geliyordu da beynim aşırı yüklenmiş moda girdiği için eyleme geçemiyordum. Aslında arka planda uğraştığım birçok şey var fakat sanırım enerji ayırmayı daha sağlıklı bölmem lazım.
Merak Edilmek mi İstiyoruz?
Elbette! Kim istemez ki? İnsanız, sosyaliz vs. vs. ve tabii ki merak edilmek isteriz. Fakat ya asıl soru bu şekilde değil de şu şekildeyse:
Ölümüne merak edilmek mi istiyoruz?
Ölümüne…
Yazdığım ilk gotik öykü kitabım olan Sonun Arzusu’ndaki Kopuş isimli öykümden bir pasaj:
“Yok oluş sadece ölüm müydü? İnsan kaderin akışından koparak da yok olamaz mıydı? İnsan, insanlardan koparak da yok olamaz mıydı? İnsan, gözlerden uzak olarak da yok olamaz mıydı? İnsan zihinlerden, kimisi için donuk bir şekilde, silinerek de yok olamaz mıydı? Peki insan insanların içinde de yok olamaz mıydı?”
Kopuş Öyküsü — Sonun Arzusu — Caner Kösedağ
Sevgili Yakınlık‘ın Berlin’e Mektup yazısındaki bu parçanın son cümlesi olan “Derinlik yerine okunabilirlik arzulanıyor.” beni etkiledi ve kendi düşüncelerimi açtı.
Kendi düşüncelerimi açtı ne demek?
Bir süredir yazmak, üretmek istiyordum ama aklıma fikir gelmiyordu. Aslında çok geliyordu da beynim aşırı yüklenmiş moda girdiği için eyleme geçemiyordum. Aslında arka planda uğraştığım birçok şey var fakat sanırım enerji ayırmayı daha sağlıklı bölmem lazım.
Merak Edilmek mi İstiyoruz?
Elbette! Kim istemez ki? İnsanız, sosyaliz vs. vs. ve tabii ki merak edilmek isteriz. Fakat ya asıl soru bu şekilde değil de şu şekildeyse:
Ölümüne merak edilmek mi istiyoruz?
Ölümüne…
Yazdığım ilk gotik öykü kitabım olan Sonun Arzusu’ndaki Kopuş isimli öykümden bir pasaj:
“Yok oluş sadece ölüm müydü? İnsan kaderin akışından koparak da yok olamaz mıydı? İnsan, insanlardan koparak da yok olamaz mıydı? İnsan, gözlerden uzak olarak da yok olamaz mıydı? İnsan zihinlerden, kimisi için donuk bir şekilde, silinerek de yok olamaz mıydı? Peki insan insanların içinde de yok olamaz mıydı?”
Kopuş Öyküsü — Sonun Arzusu — Caner Kösedağ
Ölüm bir yok oluş… Diğer yandan, bir insanın asıl ölümü kendisinin son anıldığı gün değil midir?
Bundan hareketle insanlar aslında ölmek istemiyor olabilirler mi -merak edilmek istenerek? Ölüm kaçınılmaz, her varlık bir gün tadacaktır. Fakat insanlar merak edilmek istenerek ölümü öldürmeye çalışmıyorlar mı sizce de?
Akıllarda kalmak, dillerde var olmak…
Bedenen yok olsa bile kendisini hâlâ burada var edebilmek…
Asıl, derin arzulardan biri bu değil midir?
Peki bu arzu nereden gelmektedir?
Anlam bulmak, miras bırakmak, ölümsüz olmak… Anı ölümsüzleştirmek…
Bunları biliyoruz. Bunların haricinde bir de olaya “merak edilmeyi arzulamak” konusundan bakalım. Günümüzde, şimdiki zamanda toplumların, toplumumuzun yapısındaki bu içsel arzuyu sorgulayalım.
Bu konuda değinebileceğim 2 durum var:
- Ölüm korkusunun bir tezahürü
- Ve bunun sonuçlarından kendini ayrıştırmamak
Ölüm korkusunun tezahürü perspektifinden bir yorum
Ölüm korkusunun tezahürünün bir yorumu Jungyen perspektiften gelmektedir.
Düşünce şudur: “İnsan, otantik bir varoluş sergileyememe, kendi yaşamını hakkıyla yaşayamama korkusundan dolayı ölümden korkar.”
Yani ölümün bir gün gerçekleşecek olması, zamanın kısıtlı olması, ve ilerleyen zaman diliminde “otantik varoluş” için yeterli zaman kalmaması kaygısının bir tezahürü olarak insan ölümden korkar.
Peki bizim insanımızın durumu ne ahvâldedir? Kötü ekonomi, düşük kültür seviyesi, eğitimsizlik… Sabah bilmem sabahın kaçında gidip akşamın bilmem kaçında gelen insanımız hangi ara kendisine vakit ayıracak? Hangi ara kendisini bulacak? O kendisini küçük bir çocuk iken kaybetmiştir çoktan, şimdi nasıl bulacak?
Bizim insanımız “otantik varoluşu” hangi ara sergileyecek?
İşte bizim insanımızın varoluşsal, boş yaşam kaygısı ölüm korkusuna evriliyor, fikrimce -yüzeyde “ölümden korkmam” dese de bilinçdışında belki.
Varoluşsal Narsisizm
Bizim insanımız tabiri caizse (bu arada psikolog falan değilim) varoluşsal narsisizm yaşıyor olabilir mi sizce? Böyle -varoluşsal narsisizm- bir terim psikolojide var mı bilmiyorum, uydurmuş olabilirim.
Demek istediğim şeyi açıklığa kavuşturmak gerekirse; kişi varoluşsal boşluğunu görmezden gelip gölge benliğine, zihninin arka odalarına itip içsel varoluşsal eksikliğini, yetersizliğini başkalarına yansıtarak bir tür otantik olmayan varoluşsal tatmin arayışında olabilir mi?
Psikodinamik açıdan şöyle çalışıyor olabilir mi: İçsel varoluşsal kaygı → Bastırma (varoluşsal eksiklik, kimlik eksikliği, boşluğu) → Projeksiyon (kimlik boşluğu) → Başka insanları kimlik üzerinden yargılama
Yani kendi içsel varoluşsal kimlik eksikliğini başkalarına yansıtarak kimlik üzerinden bir “yargılama” yaparak başkalarını değersizleştirerek -narsist insanlar kendi uzantısı gördüğü kişileri, nesneleri değersizleştirmek ister; örneğin bir Türk’ün bir Türk’ü değersizleştirmek istemesi gibi- kendi eksikliğini örtme çabasından söz ediyorum.
Bu zaten bilinen bir şey ama benim bahsettiğim bunun sosyoekonomik ve sosyokültürel negatif dinamikler doğrultusunda varoluşsal boyutta yapılıyor olması.
Ve bundan insanların kendisini ayrıştırmıyor oluşu
Ve sonuç olarak, karşı savunma mekanizması olarak; etiketlenmeler doğrultusunda ev, araba, kıyafet, iPhone vs. vs. birer kimlik ögesine dönüşüyor.
Varoluşsal eksikliği olan insanların bakışları (yargıları, eleştirileri, etiketlemeleri vs.) sebebiyle insanlar varoluşsal eksiklik, boşluk yaşıyor. Bu boşluğu doldurmak için, kendi içinde bulunduğu sembolik düzlemdeki konumlanmasını sağlamlaştırmak için yani kendi içinde bulunduğu toplumda kendi yerini sağlamlaştırmak, daha iyi görebilmek ve gösterebilmek için yüzeysel bağlantı araçlarına başvuruyor. Şekil 1A’da görüldüğü gibi.
Ve sonuç olarak insanlar ölümüne merak edilmek istiyor
Otantik olmayan bağlantı araçlarının sağladığı yüzeysel tatmin sebebiyle insanlar daha da boşluk hissediyor -tersine. Bu boşluğu doldurmanın bir yolu olarak ise insan merak edilmek istiyor.
Merak edilmek isteyen insan narsistik yaralanmasını bu şekilde iyileştirmek istiyor. Ama dışa bağımlı bir hâl gerçek iyileşmeyi sağlamayacaktır.
Çünkü narsistik bir düzlemde olan insan, merak edilen konumunda olmak isteyen insan, tek taraflı akıştan bir açıdan tatmin olabilir. Ama yüzeyselliğin getirisi olarak bir süre sonra yine boşluğa düşecektir. Çünkü kalbi beslenmiyordur.
Bu sefer merak edilmenin ötesine geçmek gerekiyor. Daha da ilerisi olarak…
İnsan çözümlenmek istiyor
Kalbi beslenmeyen insan kalbinden beslenmek ister, bunun farkında olur. Bunu da kalbini açarak yapabilir. Ama işte kalbini kime açabilir, kime açmaması gerekir, nereden bilir?
Burada “çözümlenme arzusu” devreye giriyor. Yani kalbini direkt açmaktansa kalbine giden yolu gösteren nüanslar gösterir. Karşıdakinin, ötekinin bunu çözümlenmesini ister. Fakat varoluşsal boşluğu doldurması gereken bu dinamik de paradoksal şekilde narsistik bir beslenmedir.
Peki çözüm nedir? Çözüm konum değiştirmektir.
Merak edilme arzusu konumundan merak eden olma arzusu konumuna geçmektir
Bir insanın gözüne, gözünden ötesine bakmayı bilmek gerekir. En azından bunun farkında olmak gerekir -gözünün ötesinde farklı bir şeyler dönebileceğinin.
Gözüne, gözün de ötesine bakıp karşıdakinin sahip olduğu derinliğe erişmek, dokunmak gerekir -gerçekten yaşadığımızı hissetmek istiyorsak.
İnsanların gözünün içine bakıp o derinliği bi’ kere görebilen her insandaki güzelliği, derinliği, beyaz inciyi görebilir -benim inancım bu yönde.
Merak edilmek istiyoruz, belki daha başka şekilde ifade etmek gerekirse, çözümlenmek istiyoruz.
Ama halbuki, bana göre, merak edilmek değil de merak etmek istersek, karşımızdaki insanı derinlemesine biz merak etmek istersek, ondaki derinliğe erişebilirsek -hepimiz insanızdan yola çıkarak- kendimizdeki derinliği de görebiliriz.
Merak edilen konumunu değil de merak eden konumunu arzularsak kendi içimizdeki dışsal onay bağımlılıklarını da bırakıp daha bütün hissetmez miyiz, bence hissederiz -kalbim bu yönde.
Değer vermek çift kanallıdır.
Kendisine değer verip de başkasına değer vermeyen insan başkasındaki değeri göremiyor demektir; başkasındaki değeri göremeyen, “değer nedir” bilmeyen insan, kendisine nasıl değer verebilir?
Kendisine değer vermeyen ama başkasına değer veren insan kendisindeki değeri göremiyor demektir; kendisindeki değeri göremeyen, “değer nedir” bilmeyen, bizzat kendi içindeki “değer nedir” bilmeyen insan, başkasına nasıl değer verebilir?
Başkasındaki beyaz inciyi görebilirsek kendimizdekini de görürüz. Kendimizdekini görürsek başkasındakini de görürüz. Bu sayede insan — insan bütünleşir. Otantik bağlantılar kurar. Bu bağlantılardan kastım yalnız insan — diğer insanlar değil, insan-kendi arasındaki bağlantı da buna dahildir. Bu bütünlüğe sahip insan ne etiketler, ne yargılar; yalnız sevgiyle, muhabbetle yaşar.
Kalın sağlıcakla! ❤️✒️
Yorumlarda fikirlerinizi duymak memnun eder!
Instagram: caner_kosedag
Bluesky: canerkosedag
Bir yanıt yazın