Yorgunluktan ölüyordum. Beş kuruş kazanacağım diye devletin bizi köle gibi çalıştırdığı memuriyette çürüyüp gidiyorum. Hep aynı rutin işleyip gidiyordu.
Sabah kalktıktan sonra iki kızarmış yumuşak bayat ekmeğin arasına dilimlenmiş şeffaf, arkası görünen kaşar peyniri ve üç dört günde bir demlediğim çayla kahvaltı yapıyorum. Çayı üç dört günde bir demlemek zorundayım zira öbür türlü çay dayanmaz bu köhne evde.
Ev demişken… Harbi eriyip gidiyor. Ne yapacağım ben? Ne kadar daha burada yaşayabilirim bilmiyorum. Sokaklara düştükten sonra ne yapacağımı zerre kadar bilmiyordum. Elimde sadece ayda on dolar kazandığım işim vardı. Ev, kalacak herhangi başka bir yerim falan yoktu.
Neyse ki çok yardımsever ev sahibim kapısını bana açtı. O kadar yardımsever ki ayda beş dolarımı bu köhne yerde kalabilmem için alıyor benden. Geri kalan paramdan dört dolarımı ise sabah akşam tost verdiği için alıyor. Bir dolar mı? Ha o bende kalıyor. Onla da gidip yakıyorum. Yapacak daha iyi bir şeyim yok. Evi ısıtmak yerine evde tek yaşayan kendimi, içimi ısıtsam yeterlidir diye zannediyorum. Hem bir taşla iki kuş vuruyorum. Isınma derdimi çözerken kafa derdimi de çözmüş bulunuyorum.
Peki neden böyle kaldım? Neden evsiz kalıp sokaklara düştüm? Aptallığımdan tabii ki. Annemi yüzüstü bıraktım sanırım. Sevdiğim insanla beraber olabilmek için ailemi terk etmek zorunda kaldım. Daha doğrusu onlar beni kovdu. Öz annem, babam beni kovdu. Yasak aşk yasasına tabii idim sanırım.
O kadar seviyordum ki gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Sadece onu istiyordum. Ona giden her yol mübahtı benim için. Kendimi kesip doğramaya, hatta yaşamıma nokta koymaya kadar gidebilirdim. Gittim de. Ama nafile… Gözümün dönmesine neden olan bu aşkın bitmesini istemiyordum. Aşk biteceğine hayatım bitsin dedim. Ama nafile… Ailem aşk için neler yaptığımı görmedi, görmemeyi tercih etti. Aşkımı küçümsediler, yasakladılar. Görmediler. Onlar için yoktu, yoktum, yoktuk.
Önüme iki seçenek sundular: Ya tanrının yolunda kendini adarsın ya da evi terk edersin diye. Evi terk ettim. Tanrıya inanıyorum da… Ama kendimi ona adayacak kadar seviyor muydum muamma. Söze gelince evet seviyordum. Gittiğim yegane kapı O’ydu. Ama gözüm kördü aşktan, gözüm kördü maşukumdan.
Bir süre parkta yattım. Bir miktar param vardı, çalındı. Bu iyi hal tabii ki. Kötü hal canıma kastedilmesi. Onu da yaşadım. Neyse ki iki sokak soytarısıydı da üzerlerine blöften iki adım atınca sıvıştılar. Onlar bıçaklıydı ben ise yalın. Yaptığım içgüdüseldi. Ya kaçacaktım ya savaşacaktım. Durmak mı? Net ölümdü onun sonucu.
Bu sırada devlete memur olarak başvurular alınıyordu. Başvurdum. En çok kimi sömürebilirler diye ölçek veriyorlardı. Uygun bir adaydım. Evsiz, paksız biriydim. Yüzümdeki kir, üstümdeki nahoş koku, beyaz kağıda dokunduğumdaki bulaşan kara kömür rengi… “Evet, beni sömürebilirsiniz!” diye bağırıyordum resmen. Kabul edildim tabii ki ve ayda on dolara başladım. Dört aydır da çalışıyorum.
Ev, kalacak bir yer hiç olmazsa bir odacık arıyordum. Sıfırdım bari yatak olaydı. Oldu da. Şu anda bulunduğum, çatı katı yerde camları kırık dökük parçalanmış bir gardolap, bir yatak, bir komidin ve komidin üstünde bir gaz lambası vardı. Aslında fena bir yer değildi ama kendisini iyilik meleği olarak lanse eden ev sahibim kurnaz şeytanın tekiydi. Ondandır hazımsızlığım.
Bugün şanslıyım ki lanet yüzünü görmeden yukarı çıktım. Kapımı kilitledim. Kendimi direkt yatağa attım. Üstümdekiler bana ağırlık oluyordu, rahatsızlık veriyor ve sıkıyordu. Ama buna rağmen hiç çıkarıp rahat bir şeyler giymekle uğraşmadım, üşendim ve kendimi yatağa bıraktım. Yatağın beni içine yavaş yavaş çekmesine izin verdim.
Yorgundum baya ama kafam zehir gibi aktifti. Durmuyordu. Düşünce akışım çok hızlıydı. Film şeridi gibi aklımın siyah tuvalinde geçiyordu gün içinde yaşadığım rutin şeyler. Bir kez daha ve bir kez daha hayal ediyordum müdüre “Bırakıyorum.” dediğimi, o sahneyi.
Neyse ki bir süre sonra daldım. Daha fazla çekmedim aklımın durdurak bilmeyen kahrını. Karga gibi kuzgun gibi cırmalıyordu aklımı insanlar hayalimde. Yapacak bir şeyim yoktu.
Sigaram bitmişti maalesef. Daha aylığımı almadım ki bir dolarımı kullanabileyim onun için. Bu aralar çok fazla içiyordum. Nedendir bilmiyorum. Uykumu tam alamıyorum ve uykumdan son dört gündür sırılsıklam olmuş şekilde uyanıyorum. Rüya görüyor muyum? Belki… Bilmiyorum. Sadece siyah, ışıksız, kapkaranlık bir mekan söz konusu. Hiç nesne, hiç kimse yok. Hiçbir şey yok, ışık ve ses dahi.
Kafamı uyurken sağa sola çeviriyordum. Bir öyle bir böyle git gel yapıyordum. Hızlı nefes alışverişime hızlı nabız eşlik ediyordu. Evet! Yine görüyordum. Ama bu sefer farklıydı. Rüyamda bir gölge görüyordum. İnsan silüetinde yere iki seksen uzanan bir gölge. Mekan yine kapkaranlıktı. Ama gölgeyi bu ışıksız mekanda bile görüyordum. Gölge daha karanlıktı. O kadar kara, kapkaraydı ki karanlık mekan gölgenin yanında ışık kaynağı timsaline dönüşüyordu.
Benle konuşmaya başladı. Sesi fısıldar gibi çıkıyordu. “Benimle gel!” diyordu bana. Ardı ardına aynı kelimeleri tekrar tekrar söylemeye başladı. “Benimle gel!”, “Benimle gel!”. Korkudan dilimi yutmuştum. Ağzımdan hiçbir şey çıkmıyordu. Birden çok gürültülü bir ses gelmeye başladı. Zil sesiydi bu gelen. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu aniden. Ben geri çekildim. Gölge üstüme gelmeye başladı.
“Ihhhhhhh!”. Nefes nefese kalmıştım. Evet, uyandım. Ama ne uyanış? Üzerimdeki işe giderkenki kıyafetlerimin altına giydiğim atlet sırılsıklam olmuş. Sanki kırk kilometre koşu yapmış gibiydim. Saate baktım ve zangır zangır titriyordu. Meğer rüyamda gelen yüksek ses bunun sesiymiş. İşe geç kalıyormuşum eğer bu alarm olmasa. Hızlıca üstümü, daha doğrusu üstüme giydiklerimin altına geçirdiğim atleti değiştirip beş dakikalık mükellef kahvaltımı yapıp çıktım.
Eve geldiğimde yine her zamanki gibi çok yorulmuştum. Ama bu sefer uyumaya çekiniyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse korkuyordum. O sırılsıklam halimi düşününce hiç uyumak istemiyordum ama gözlerim ağırlaşmaya başladı bile eve girince.
Bugün iş yerindeki garip olay aklıma gelince daha bir korktum. İş yerine geçtiğimde müdürüm odasına çağırmıştı. Ben kovulmanın verdiği korkuyla yüzümü buruşturmuştum. Odasına gittiğimde bir kahkaha patlattı ve “Kendi gölgenden mi korktun?” deyip alay etmişti korkacak neyin olduğunu sorarcasına. Alt tarafı benden rapor istedi bugün.
Bu sefer üstümü değiştirdim ve rahat bir şeyler giydim. Suyumu içip nefes egzersizleri ile kendimi rahatlattım. Öyle uykuya dalayım dedim. Yatağın beni içine çekmesini bekledim. Çok da uzun sürmedi zaten. Direkt daldım.
Ve evet! Yine rüya gördüm. Aynı şekilde bana sesleniyordu ve onunla gitmemi istiyordu gölge. Bu sefer ağzımı açabilmiştim ama. “Nereye?” dedim titrek, tereddütlü bir sesle. Bu sefer gölge farklı bir şey söyledi. “Sadece yürü ve benimle gel!” dedi. Ben de yürüdüm, öne doğru bir adım attım. Gölgede ileri doğru gitti. Ben ona doğru bir adım daha attım ve o da bir adım daha gitti. Bu şekilde yürümeyi sürdürdüm. Yol yoktu. Işık yoktu karanlığın ışığından başka. Sadece ileri yürüyordum.
Karşıma malikane çıktı. Eski, köhne bir malikaneydi. Büyüktü ama pek ihtişamı yoktu. Malikanede birisi olmalıydı çünkü bir odasından ışık geliyordu. Pencereye dikkatli bir şekilde bakmayı sürdürdüm ve birden bir şey geçip gitti. Tüylerim ürperdi, korkudan dimdik oldular. İçime sinen bir üşüme geldi. Gölge benimle konuştu. “İçeri gir!”. Dinlemek istemiyordum ama başka bir seçeneğim yoktu. Bu sefer beni uyandıracak bir alarm yoktu. Rüyamda kalp atışlarımı hızlandırmasın, beni tetiklemesin diye kurmadım. Hem daha vardı kurmuş olsaydım bile. Uyanamıyordum. Ama uyansam bile ne olacaktı ki sanki? Sonuçta aynı rüyayı altıncı kez görüyordum. Yine görürdüm.
İçeri doğru yürümeye başladım. Gölge de benle gelmeye başladı. Beni hiç bırakmıyordu. Malikanenin kapısına geldim. Tokmağı düz, sade kahverengi ahşaptandı. Kapısı da keza aynıydı. Hiçbir gösterişe dair motif yoktu. Kapıyı araladım. Dehşet bir yükseklikte gıcırtı sesi çıktı. Bu bile beni baya germeye yetmişti. Girdim içeri.
İnsanın içine sinen sert mi yumuşak mı olduğu belli olmayan bir soğuk vardı içeride. Kolumdaki tüylerimi teğet geçercesine esiyordu bir yerden. Bu sefer farklı olarak içerisi hafif çok hafif de olsa aydınlatılmıştı. Her sütunda minik alevleri olan gaz lambaları vardı. Bir duvar boyunca kitaplar olan raf, yine aynı şekilde düz ve sade kanepeler…
“Yukarı çık!” dedi gölge. Çıktım. Merdivenler gıcırdıyordu. Her adımımda sanki çökecekmiş gibiydi. Arkama baktığımda dehşete düştüm. Arkam bomboştu. O ilk rüyalarımdaki gibi kapkaranlıktı. Arkaya doğru yürümeye çalıştım ve yüzüm sert bir şekilde çarptı. Refleks olarak elimi yüzüme götürdüğümde kırmızıya boyandı hafiften. Burnum kanıyordu. Anlaşılan geriye dönüşü olmayan bir yola girmiştim. “Devam et!” dedi gölge. Dinledim istemeyerek. Aksi halde ne olacağını bilmiyordum, buraya kısıldım bildiğin. Hafiften panik atağa da geçiyordum. Çünkü kısıtlamaya gelebilen biri değilim. Kısıtlanmış, baskılanmış biri gibi hissettiğimde direkt nabzım ve nefes alışverişim yükseliyor.
Yukarı doğru çıkarken tablolar gördüm. Bir tablo dikkatimi çekti. Tabloda bir mezarlıktaki mezar resmedilmişti. Mezarın üstünde “J. Fire” yazıyordu. Bu sevdiğim kişiydi. İnanamadım! Dehşete düştüm. Nefes alışverişim hızlanmaya başladı. Nabzımda aynı şekilde kendini hissettirir oldu. İçim içime sığmıyordu bildiğin, patlamak istiyordum. Etrafı parçalamak istiyordum. Kendimi parçalamak istiyordum. Sevgilim… Ölmüş olamazdı. Ondan bayadır haber alamıyordum. Öldü mü gerçekten? Hayır! Hayır! Hayır!
Birden gözüme tabloya atılmış ressam imzası ilişti. “Elise Mountain”. Yok artık! Bu annemdi. İmzaya göre tablonun ressamı annemdi. Annem yapmış olamaz böyle bir şeyi. Ya da olabilir mi? Gerçekten mi?
“Önüne bak ve yürü!” dedi gölge birden. Bir oda… Kapısından ışık sızıyordu. Annem mi acaba? Sinirlenip odaya doğru yürüdüm. Kapıyı açtım ve… Odada hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey. Sadece ahşap duvarlar… Odanın ortasında ise annem vardı. Beyaz kefene sarılmış bir şekilde yatıyordu. Ölüydü. O da… Neler oluyordu böyle?
Birden odanın kapısını kapandı sert bir şekilde. Duvarlar içe doğru gelmeye başladı. Oda küçülüyordu. Panik atağım tetiklendi. Nefes nefese kaldım yine. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordum.
Elimi refleks olarak kafamın iki yanına götürdüğümde ıslaklık vardı. Elim kan içindeydi. Ama bu kan benim değildi. Hiçbir ağrım sızım yoktu veya kesiğim. Yere doğru damlayan kanı takip ettiğimde yerde beyaz kefene sarılmış bir şekilde yatan anneme gidiyordu. Annemin kanı mı? Hayır! Daha neler? Olamaz! Annemin kanı neden benim elimde ve benim elimden akıyor?
Oda küçülmeye devam ediyordu. Hemen arkamı dönüp kapıya yönelmiştim ki… Şaşkınlıktan, korkudan… Ayna vardı kapıda. Ayna da kendimi görüyordum. Birden gölge konuştu. “Sen yaptın!”, “Ben yaptım!”, “Biz yaptık!”.
Instagram: @sarrkastikKedyy
Medium: @canerkosedag
Bir yanıt yazın